Amansız hastalık deyince aklıma Sanatoryum geliyor...
Sanatoryum, uzun dönemli tedavi gerektiren hastalıklara sahip (özellikle verem) hastalarının iyileştirilmesi için kurulmuş sağlık kuruluşları olarak bilinir. 1924’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün isteğiyle Heybeliada’da kurulan Heybeliada Sanatoryum Hastanesi buna bir örnektir.
Gel gelelim ben meclisi de bu hastanelerin kuruluş mantığına benzetmekten, kendimi alı koyamıyorum.
Neden mi?
Çünkü uzun vadeli siyasi tedavi görmesi gerekenlerin Kuruluş değerlerimizle yüzleşerek -vadelerini doldurana kadar- tedavi görmelerine ve sonra ideolojik ölüm ya da ideolojik iyileşmeyle uğurlandıklarına inanıyorum.
Nasıl mı?
Birde beni deneyin partiler ile, ideolojik fikrim geldi partilerinin (Konjektör: Görevini yap git) iktidar edilip, muhaliflerin de ganimete ortak edilerek pışpışlandığı ortamda yoğun bir tedavi süreci başlıyor. En sonunda günah keçisi parti gönderiliyor ve kuruluşa muhalif olanlar yenisini beklemeye başlıyor.
Bu hikâyede verem olan iktidar ve muhalifler olmasına rağmen, yeter diyen halk olmadığından, iki kanatta da iyileşmeye (sorunun sebebine inmeye) gerek duyan olmuyor. Tıpta bu sürece ilaç bağımlılığı ya da etkisinin yitirilmesi deniyor sanırım. Bedeni ele geçirmiş verem gibi halk-meclis bir arada çok uzun vadeli tedaviye maruz kalıyor. Eh bu kısır döngüde de olan biz sağlıklılara oluyor. Bekle ki insanca yaşayalım, bekle ki devrim tamamlansın, bekle ki ilerleme olsun… Peh…
Yüz yıl oldu hala uğraştığımız kısır konular, gerici hikayeler ortadayken böyle düşünmemek elde değil. Bu izlenimler halkın birçok kesiminde var olmasına rağmen ya sıkılıp kendi devrimlerini tamamlamak adına ülkeden çıkmalar oluyor ya da halk kendini mizaha yaslıyor. Ama delilik aşamasına yaklaşan halkın kaybedecek bir şeyi olmadığında herkes bu kara mizahtan payını alacaktır diye düşünüyorum. Bu kaçınılmaz süreç hepimizi etkiliyor ne yazık ki!
En nihayetinde siyaset mesleğine ganimetçi ya da sömürücü sistemler ile kronik bir hastalık gibi tutunanların sanatoryumu yani hastalıklarının normal göründüğü ve yeterli dozda alınan ilaçlarla rahat ettikleri huzurlu alanı oluyor.
Ben bu kronik semirme hastalığının Orta Çağın başlangıcı olan 10. yüzyıl şato kültüründen kaldığını düşünüyorum. Şu seçim savaşları, üst üste gelen rahatsız edici en genel üslup, insanları canından bezdiren, sanattan, şiirden, insan olmanın meziyetlerinden hatta ve hatta yaşamaktan, aile, anne, baba, evlat, işçi, çiftçi, dişçi, aşçı, öğrenci, ayakkabıcı, öğreten-öğrenen olmaktan soğutan olayların hepsi meclisin edinme ile gelen kültürümüzü yok etme çabasına bağlıyorum. Ulusça bu bulaşıcı hastalığa sürüklendiğimiz açık. Hatta ülke koca bir sanatoryum havasında. Hastane kapatıldı da hastalık halka bulaşmış gibi sanki. Ülkece duygu, düşünce, bilgi, ilim, irfan karantinasında zihin karartması yaşıyoruz da ülkenin tamamı açık hava hastanesi gibi mübarek. Kimse normal hissetmiyor. İnsanların aklı sınırsız bir kaos içine hapsedildi. Akıllı kalanlar ise günceli takip etmeyip, ülkenin geleceğine odaklananlar oluyor.
Halk ne bilmeyen ya da halk dediğin işçi sınıfıdır diyen sınıfçı meclis, sistem ile rejim arasında büyük bir manipülasyona sahne oluyor. Halbuki bu çabayı el birliği ile olma haline verseydik bugüne kadar dünyanın ilk beş ülkesi arasındaydık. Lakin halkın ne istediğini önemseyen yok. Din, sosyoloji, psikoloji, ticaret, tarım, genç, çocuk, doğum, teknoloji, silah, asker, milletlerarası anlaşmalar, uluslararası ticaret ve savaş dahil hepsi bu sanatoryum havalı meclis kararlarına ister istemez alet ediliyor ve gerici politikalar her bir alanda kendini gösteriyor.
Her şeyi onlar biliyorlar. Seçiliyorlar, halkı tanımıyorlar. Seçiliyorlar ne için seçildiklerini umursamıyorlar. Seçiliyorlar vaatlerinin tam tersine ya da tüzüklerinin hatta yeminlerinin hatta ve hatta yasal olarak Anayasaya muhalif bile olamayacakları bir rejime ters olan ne varsa çekinmeden işleyebiliyorlar.
Gelinen durum itibarıyla kronik hastalığa yakalanan siyasetin ölümcül dereceye çok yakın olduğu aşikâr. Tabi bu ölüm paniğinde, sağlıklı düşünmeleri imkânsız. Anayasaya el uzatma haddi bir yana ticaret, savaş ve dünya ile yarışı yönetme yetisi mümkün durmuyor.
Meclis yetmezmiş gibi bir de buna akademisyenler, olmayan yetenek ve yetileriyle makam alanlar, kim olduğu belli olmayan sığınmacı görünümünde memleketi tehdit edenler, nereye göç ettiği ve neden göç ettiği belirsiz gölge hayatlar, ırkçı politikalarla bizleri ırkçı ilan ederek rejime düşmanlık edenler, Türk hukukunu 9 bölgeye ayırarak, yerel hukuk sistemi kurmak isteyenler ve bu hukukun üst yapısını da İnsan haklarına bağlayarak Türk hukuk sistemini yok etmeye çalışanlar… Hepsi ama hepsi çıldırmış gibi bu hastalığa eşlik ediyor ya da senaryoya alkış tutuyorlar.
Doktor değilim ama bir tedavi önereyim istedim. Günümüzde bu hastalığı Türkiye vatandaşları/ Yerel halk/ Tek devlet/ İnsan hakları mahkemesi üstenciliği/ Federasyon/ Laik ve Demokratik Türkiye gibi bilinçli algı için seçilmiş güzide kelimelerinden tanıyabilirsiniz.
Bu genetik zihniyet öyle bir illettir ki ehliyetsiz insanlar insan olma ehliyetini insan olmayanlardan almaya çabalıyor gibidir ve bilirsiniz siyasette tutulmayan sözlerin hep sonuçları olur.
Şahsen benim ölü balık gibi akıntıyı takip etmeye ya da hastalanmaya niyetim yok. Bu algıda tek olduğumu da düşünmüyorum. Sağlıklı kalabilenlerin yoklama alması şart oldu. Keza uğurlanacaklar var gibi…
Saygılarımla...
(Note: Hasta olan vatandaşlarımızdan özür diliyorum. Lütfen yanlış anlaşılmasın.)