Ömer KALAYCI
Köşe Yazarı
Ömer KALAYCI
 

Değerli Yalnızlıktan Belirsizliğe: 2024 Türk Dış Politikası Analizi

Özet Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 1990’ların sonuna kadar istikrarlı politikalar izlemiştir. Değişen dünya koşullarına uygun olarak önce tarafsızlık, sonra iki kutuplu dünyada Batı bloku içinde yer almış, soğuk savaşın bitimiyle beraber de müttefiklik ilişkileri gözeterek ekonomik açıdan çok yönlü ilişkileri ön gören bir dış politikayı tercih etmiştir.  Özellikle 2003 yılından itibaren, daha önceleri uzun vadeli, hedef ve amaçları açısından tutarlı ve istikrarlı bir dış politikadan ziyade pek çok alanda krizlere mal olan kısa ve tutarsız sıkça temel değişikliklere mal olan bir dış politika tercih edilmiştir. Bu bağlamda Türkiye, bölgesel bir güç olmaktan öte bölgesel taraf olmuştur. 2008 yılından Suriye İç Savaşının başladığı 2011 yılına kadar bölgesel lider rolüne soyunan Türkiye; 2011 Suriye iç savaşı ile başlayan ve günümüze kadar evrilen değerli/şerefli bir yalnızlığa ve belirsizlik dönemine giriş yapmıştır. Bu çalışma, bu çerçevede sürdürülen dış ve güvenlik politikaları açısından 2024 yılı dış ve güvenlik politikalarının bir analizini oluşturmayı amaçlamıştır. Giriş Cumhuriyetimizin 101.yıl dönümünü kutladığımız ve sayılı günlerin kaldığı yeni yılın ne küresel barış, ne istikrar ne huzur ortamı ne de güvenli gelecek vadetmediği bir gerçektir. Kaygan zemin üzerinde seyreden ve güçlünün hukukunun sürdüğü uluslararası politikadaki gelişmeler yeni yılla birlikte içinde bulunduğumuz yüzyılın ikinci çeyreğine istikrarlı istikrarsızlık, düzenli düzensizlik getireceği ortadadır. Esasen düzenli düzensizlik veya istikrarlı istikrarsızlık gerek küresel gerek ise bölgesel bağlamda onlarca yıl öncesine dayanmakta ve uluslararası sistemi her geçen gün yeni açmazlarla karşı karşıya getirmektedir. Bölgesel gelişmeler, Hamas militanlarının 7 Ekim’de İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırının hemen ertesinde daha da büyüyerek Lübnan’a, Suriye’ye ve İran’a yayılmaya başladı. ABD’nin, 2003 yılında tek yanlı bir tasarrufla Irak’a yaptığı askerî müdahale sonrasında Batı dünyası içinde baş göstermeye başlayan ilk çatlak oluştu. Bu çatlağın devamını Rusya Federasyonu’nun Gürcistan’da değişimci davranışıyla yeni bir boyut kazandı. Rusya Federasyonu-Gürcistan çatışmalarının 2008’de ortaya çıkışıyla beraber Avrupa-Atlantik ve Karadeniz’i de içine alan bir bölgesel güvenlik sorunu yaratıldı. Türkiye’nin merkezde olduğu bölgeler çatlaklara ya da yeni çatışma alanlarına 2014’te Rusya Federasyonu’nun Kırım’ı işgali ve Ukrayna’da sergilediği saldırgan tutum damgasını vurdu. Bu durum uzun yıllar küresel ekonomi-ticaret ağlarında ciddi bir pay sahibi olan Xi Jinping’in Çin’de iktidara gelmesiyle ABD-Çin rekabeti ile yeni bir döneme geçildiğinin işaretlerini verdi. Esasen Xi Jinping liderliğinde Çin’in küresel yükselen güç olarak sahneye çıkışını, ABD yönetimlerinin tek taraflı aldığı kararlarla çıkarları çatışan İngiltere sağladı.  Öyle ki, İngiltere Brexit ile Avrupa Birliği’nden ayrıldığının gerçekleşmesiyle beraber Xi Jinping; “En büyük müttefikimizi AB’de kaybettik” açıklamasında bulunmuştu. Bu yeni dönem uluslararası sistemin, uluslararası hukuk ve kurallardan oldukça uzak güçler dengesine dayalı, işbirliği yerine rekabetin körüklendiği bir ortama sahne oldu. 2022 yılına gelindiğinde Rusya Federasyonu’nun Şubat 2022’de Ukrayna’yı ikinci kez işgal etmeye yönelmesiyle beraber, Rusya Federasyonu ve Batı rekabetinin yeni bir şekil aldığı görüldü. Bu durum Aralık 2010’da başlayan sözde “Arap Baharı” ertesinde İsrail yönetiminin Filistin’e yönelik saldırılarıyla uluslararası sistemde daha sert tutumları beraberinde getirdi. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, parçalanmış El Kaide atomunun güçlü çekirdeği IŞİD; 2014 yılında Irak ve Suriye’de gerçekleştirdikleri terör eylemleriyle sahnede yerini aldı ve burum uluslararası terörizmin olgusunu gündemin ilk sırasına yerleştirdi. Bir yandan 2014 sonrası çıkan çatışmalarla birlikte derinleşen jeopolitik/jeostratejik rekabetin derinleşmesi, öte yandan 2023 yılında Gazze’ye yönelik yukarıdan aşağıya terörün önümüzdeki dönemde istikrarlı istikrarsızlık veya düzenli düzensizliğin devam edeceğini açıkça gösterdi. Bu çerçevede, bir dizi sarsıntıyla değişim içine girmiş bulunan bu arka plan bağlamında Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasını önümüzdeki dönemde nelerin beklediğini özetle mercek altına almak zorunlu hale geldi. İstikrarlı İstikrarsızlık, düzenli düzensizlik İçinde bulunduğumuz 2024 yılının sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi; Türk dış ve güvenlik politikaları açısından hiç de kolay bir süreç beklememektedir. Pek çok konu başlığı ve geniş bir yelpazeye yayılan dosyaları kısaca bölgemizden başlayarak, küresel düzleme doğru bir yaklaşım izlendiğinde Türk dış ve güvenlik politikalarını zorlayacak temel meseleleri şöylece sıralamak mümkündür: Balkanlar (Kosova) Kosova’nın bağımsızlığa kavuşmasından sonra Sırbistan’ın Kosova ile gerilimlerine tanık olduk. Son yaşanan gerilimin de 2023 Eylül ayı sonunda Sırbistan’ın Kosova sınırına asker yığması üzerine yeniden nüksetmiştir. İki ülke arasında Haziran-Temmuz aylarında artan gerginlik üzerine Türkiye, Kosova’da konuşlu NATO-KFOR gücünü takviye etmek üzere bölgeye asker göndermiştir. Akabinde yaşanan gerginlikler AB-NATO’nun da devreye girmesiyle şimdilik yatışmış gözükmektedir. Avrupa Komisyonu 6 Şubat 2018'de altı Balkan ülkesini kapsayacak şekilde genişleme planını yayınlamıştı. Bunlar Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Sırbistan olarak belirtilmişti. Bu ülkelerin hepsinin 2025'ten sonra AB üyesi olarak katılım sağlayabileceği öngörülmekteydi. AB Komisyonu’nun, AB genişlemesine ilişkin 2023 Kasım raporunda; AB üyeliği bağlamında Sırbistan ve Kosova için, AB kriterlerine uyum sağlamada yol almaları gereken alanlar tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya göre Kosova’nın Sırbistan tarafından tanınmamasından kaynaklı ikili çerçevedeki ciddi ihtilafı çözmeleri gereği yinelenmekte birlikte her iki ülkeye de AB üyeliği perspektifi verilmesine devam edilmiştir. Balkanlar’ın, Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmelerine dönük benzer bir perspektif, NATO Genel Sekreteri’nin Kasım 2023’de bölge ülkelerine yaptığı ziyaretlerle de sergilendi. Türkiye; Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bağımsızlıklarına kavuşan Balkan ülkelerinin AB ve NATO ile bütünleşmelerine yönelik çabalarına olumlu yaklaşmıştır. Yanı sıra Türkiye’nin, insan hakları ve hukuk devleti olmaktan uzaklaştığını vurgulayan AB Komisyonu 2024 Türkiye İlerleme Raporunda da tavsiye kararlar olarak öne çıkmaktadır. Buna karşın Türkiye’nin, Balkanlar’ın Avrupa ve Avrupa-Atlantik yapılarıyla bütünleşmesine verdiği desteğin önümüzdeki yıl da sürmesini öngörmek mümkündür. Bu konuda, Türk dış politikasında aksi bir tutumun Balkanlar’da uzun yıllardır benimsediği istikrarlı çizgiden sapma ve Balkanlar’da güç ve nüfuz dengesi mücadelesinde zayıf kalacağı da değerlendirilebilir. Güney Kafkasya (Karabağ) 2020 yılında gerçekleşen İkinci Karabağ Savaşıyla, Azerbaycan toprakları olan ve Ermeni işgalinden kurtarılan Karabağ’ın ve Eylül 2023’te Azerbaycan’ın Karabağ’da gerçekleştirdiği operasyon sonucunda Karabağ’ın egemenliğinin yeniden Azerbaycan’a geçmesiyle Güney Kafkasya’da kalıcı bir barışın tesis olunması yönündeki umutlar artmıştır. Türkiye, süreç boyunca kardeş Azerbaycan devletinin yanında yer alarak Güney Kafkasya’da barış zemininin oluşmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Bu katkılar sonucunda gerek Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinin kalıcı barışa hizmet edecek bir anlaşmayla sonuçlanması gerek Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin, iki ülke sınırın açılmasını da kapsayacak bir üst seviyeye çıkması önemli gelişmelerdir. Bu bağlamda Güney Kafkasya’daki iletişim ve ulaşım koridorlarının açılmasıyla, Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın 27 Ekim 2023’de ileri sürdüğü “Barış Kavşağı Girişimi” de son derece önemlidir. Bu girişim kapsamında, Türk dünyasına örülen bir set olan Zengezur Koridorunun Nahçıvan sınır bağlantısına yer verilmeyerek demiryolu hattının Nahçıvan sınırı hattından kuzeydeki Ermeni topraklarına döndürülmesi bir eksikliktir. Yanı sıra İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, 6 Eylül 2024’te, Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'ni Azerbaycan’ın diğer bölgelerine bağlayacak Zengezur Koridoru projesiyle ilgili, “İran'ın komşu ülkelerinin sınırlarında herhangi bir değişikliğin ülkesi için kırmızıçizgi anlamına geldiğini ve "tümüyle kabul edilemez" olduğunu” söylemesi konunun çözüme kavuşturulmasının oldukça çetin geçeceğini ifade etmektedir. Gürcistan’ın AB üyeliği girişimi ve NATO’nun Karadeniz ve Gürcistan üzerinden Rusya Federasyonu’nu güneyden kuşatma planı olduğu bilinmektedir. Ancak Gürcistan'da seçimleri Rusya yanlısı iktidar partisinin kazanmasıyla ülke içinde itilafların devam ettiği bilinmektedir. Seçim sonuçlarına itirazlar sürmektedir. Nasıl bir sonuca evrileceği henüz netlik kazanmamıştır ancak Gürcistan’ın şu an için AB üyeliği devre dışı kalmış gibi görünse de çatışmaya elverişli bir sürece girebilir. Her ne maksatla olursa olsun Türkiye’nin, bu bölgedeki gelişmeleri yakinen takip ederek kardeş Azerbaycan devleti ile beraber Orta Koridoru besleyecek bu ve benzer projeleri süratle hayata geçirmesi son derece önemlidir. Bu bağlamda, Zengezur koridoru dâhil, Doğu-Batı eksenini besleyecek, Türkiye’nin Hazar üzerinden Orta Asya’ya erişimini güçlendirecek bütün hatların bölgesel çapta açılmasına dönük arayış ve hamlelerine devam etmesi önceliklidir. Ortadoğu (Kerkük) Kerkük denince akıllara bin yılı aşkın kadim Türk yurdu gelir. Kerkük, Irak’ın kuzeyindeki de facto yapıya yönetim olarak bağlı bir yer değildir. Bilakis özel bir statüsü vardır. Irak Türklerine yönelik yürütülen fiziki ve siyasi katliamlardan biri daha 10 Ağustos 2024’te Bağdat’taki Reşid Otel’de gerçekleştirildi. Irak Türkleri, yaklaşık bir yarım asırdır düzenli aralıklarla öldürülerek fiziki katliamlara maruz bırakılıyor. Yanı sıra Irak Türklerinin, siyasi hakları da çeşitli bahanelerle ki buna mezhep farklılıkları da dâhil siyasi hakları ellerinden alınmaktadır. Bu da Irak Türklerinin siyaseten de katliama maruz bırakıldığının bir kanıtıdır. Irak Anayasası’nın 140. maddesi hem KYB hem de KDP tarafından sürekli gündeme getirilip demografik yapının tespit edilmesinin ardından buraların bir referandumla Irak’ın Kuzeyindeki de facto yapıya bağlanması hususu öne çıkarılmaktadır. Ancak 20 Kasım 2012 yılında Irak Başbakanı Maliki, ihtilaflı bölge ifadesini reddederek Kerkük’ün de Türkmen ve Arap şehri olduğunu çok açık bir şekilde ifade etti. Üstelik Maliki Kerkük’ün aynı zamanda kuzeydeki de facto yapıya değil Bağdat’a bağlı olduğunu vurguladı. KYB ve KDP, bağımsızlıklarını ilan etmenin ötesinde esasen istedikleri bu bölgede etki alanlarını genişletmek suretiyle imkân ve kabiliyetleri artırmak istemektedir. Yanı sıra KDP ve KYB’nin girişimleri ile gerçekleşen demografik yapı değişikliklerine de hızla devam etmektedirler. Türkmenler, İran yanlıları ve Barzani destekçileri arasındaki gerçekleşen bu çatışmanın bir parçası olma niyetinde değiller. Kerkük Petrol Rezervinin Otonomi -Bağımsızlığın Anahtarı Olması Temmuz 2023 Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani açıklaması: OPEC grubunun önemli petrol üreticisi olan Irak, toplam 155 milyar varil ile dünyanın 5.’inci en büyük kanıtlanmış petrol rezervine sahip olduğunu açıklamıştı. Mayıs 2022- Merkezi ABD’de bulunan Enerji Enformasyon İdaresi-EIA verilerine göre: Kerkük’ün, 9 milyar varil petrol rezervine sahip olduğu ve Irak petrolünün %18’inin Kerkük petrol sahasından elde edildiği belirtildi (Kerkük’te aktif 5 petrol kuyusu bulunmaktadır). Kadim Türk yurdu Kerkük, bölgenin en eski ve en verimli petrol kaynaklarına sahiptir. Resmi olarak 1927’de petrolün varlığı kanıtlanmış (Turkish Petroleum Company) ve 1934’te üretime geçildiği bilinmektedir. Ancak ilkel yöntemlerle de olsa bölgede petrolün çok erken dönemlerde çıkarıldığı ve çeşitli alanlarda kullanıldığı bilinmektedir. Özetle, 9 milyar-11 milyar varil civarında kanıtlanmış petrol rezervine sahip kadim Türk yurdu Kerkük, Irak’taki siyasi istikrarın çatışma unsurunun odağında yer almaktadır. Bugün kadim Türk yurdu Kerkük, Türkmen kardeşlerimiz ve Kerkük petrolü; Bağdat, IKBY ve yerel siyasi güçler arasındaki eyalet yönetimini felç eden, yerel ekonomiyi sarsan ve bölge sakinlerini kızdıran büyük bir anlaşmazlığın merkezinde olmayı sürdürüyor. Kürt gruplar açısından, Kerkük’te siyasi kontrolün ele geçirilmesi “bağımsız devlet” hayalinin gerçekleşmesinde kilit unsur olarak öne çıkıyor. İsrail – Filistin (Gazze) İsrail-Filistin meselesinin çok öncesi olmakla beraber, Hamas örgütü militanlarının 7 Ekim saldırısıyla başlayan ve pek çok sivil insanın can kaybıyla devam eden süreç bölgeyi bugünkünden farklı yeni bir düzleme taşımıştır. İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı eylemler, uluslararası hukuk açısından da olumsuz değerlendirilmektedir.  İsrail-Filistin sorunun 1967 öncesine döndürülüp döndürülmeyeceğini elbette diplomasi yön verecektir ancak iki devletli bir çözüm noktasında henüz işbirliği anlamında bölgesel ve uluslararası düzeyde bir sonuca varılabileceğini söylemek mümkün değildir. Bu sürecin belirlenmesinde büyük olasılıkla kasım ayında gerçekleşecek olan ABD başkanlık seçim sonuçları, İsrail ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin seyrinin olumlu veya olumsuz olacağı sürecini belirleyeceğini söylemek mümkündür. Ankara’nın, 7 Ekim Hamas saldırıları sonucu başlayan çatışmaların ilk aşamasında temkinli ve dengeli bir yaklaşım sergilemiştir. Ancak 7 Ekim Hamas saldırısının akabinde Tel Aviv yönetiminin çok daha sert cevap vereceği bilinmesine karşın, İsrail’in, uluslararası hukuk-insan hakları ve savaş hukukunu hiçe sayarak Gazze’de halen gerçekleştirmekte olduğu operasyonlarda binlerce Filistinli sivilin can kaybıyla sonuçlanan kanlı eylemleri karşısında seslerini yükselttikleri görülmüştür. Bu bağlamda, Hamas’ın saldırısının terör de içeren yönünün açıkça kınanmamasına, bilahare Hamas’tan yana bir tutum almalarına bağlı olarak İsrail-Filistin meselesinin çözüm sürecinde arabuluculuk yapmak yönündeki olası bir zemini kaybetmişler ve bölge ülkeleriyle başlattıkları normalleşme hamlesini de zorlu bir kulvara sürüklemişlerdir. Ankara’nın tutumunun önümüzdeki süreçte sürdürmesi halinde, Türkiye, bölgesel ilişkilerinde daha fazla zemin kaybetmesi yüksek olasılıktır. Doğu Akdeniz ve Ege (Kıbrıs) Türkiye’nin, özellikle 2018-2020 döneminde Ege’yi de içerecek şekilde Doğu Akdeniz’de izlediği dış politika anlayışı diplomasi temelinden yoksun askeri güç odaklı yürütülmüştür. Bunun akabinde 2019 yılında Libya ile imzalanan deniz yetki alanlarına dair mutabakat ile olumlu sonuç alınmışsa da izlenen politika ters tepmiştir. Bunun neticesinde Ankara, bozulan ilişkileri yeniden tamir etmek maksadıyla 2021 yılından itibaren bölge ülkeleriyle eskiye dönüş girişimleri başlatılmıştır. Bu süreçte Türkiye-Yunanistan ilişkileri ciddi bir gerileme sürecine girmiş ve Ege’de gerilimler artış göstermiştir. Bu durum, sadece iki ülke arasındaki ilişkileri durağan bir konuma sürüklememiş yanı sıra Türkiye-AB ilişkilerine de yansımıştır. Bu bağlamda, Ankara ve Atina arasında liderler nezdinde düzenlenen 5. Yüksek Düzeyli İşbirliği Toplantısı (YDİK) sonunda yayımlanan Atina Bildirgesi iki ülke ilişkileri çerçevesinde önemli bir kilometre taşı olmakla beraber, iki ülke arasında cereyan eden yapısal sorunların kısa-orta vadede çözülmesini beklemek de iyimserlik olur. Doğu Akdeniz denkleminde ise Kıbrıs meselesinin nihai bir çözüme kavuşmamış olması da yadsınamaz. Son yayımlanan Avrupa Komisyonu’nun, 2024 Türkiye İlerleme Raporu’nda Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusu üzerinde şekillenmiştir. İlgili rapora göre Türkiye-AB İlişkilerinin gelişimi Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmıştır. Raporda, Türkiye’ye, Kıbrıs konusunda tutum değiştirme, Kıbrıs Rum Yönetimini tanıma ve Kıbrıs’ta iki devletli çözüm ısrarından vazgeçme çağrısı yinelenmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne aktif şekilde katkıda bulunması ve taahhüt vermesi istenmiştir. Raporda iki devletli çözümün AB politikası ile uyumsuz olduğu da belirtilmiştir. Raporda, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin iyileştiği, hava sahası ihlalleri ve sondaj faaliyetlerinin durduğu da vurgulanmıştır. Avrupa Komisyonu 2024 İlerleme raporundaki bu ifadeler, başta Adalar Denizi olmak üzere Doğu Akdeniz’de arama/sondajların neden durdurulduğunun, Yunanistan’ın gasp ettiği hava sahasında uçuşların neden sonlandırıldığını, Kıbrıs konusunda “gayri resmi” görüşmelerin neden başlatıldığına yönelik açıklık da getirmektedir. Öte yandan mevcut açmaza rağmen, yaratıcı diplomatik yollara başvurulduğu takdirde bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması ve naklinde Türkiye rol üstlenebilirdi. Ankara’nın, 7 Ekim’den önce denizden kıyıdaş olduğumuz Filistin ve Gazze ile MEB anlaşmasının neden yapılmadığı sorusunun cevabını uzunca bir sürece alacağa benzemiyoruz. 7 Ekim Hamas saldırısı sonrasında Gazze’de yaşanan trajik gelişmeler karşısında Hamas ağırlıklı bir çizgi izlemek de Türkiye’nin Mavi Vatan doktrinin dışında bir yol izlediğini göstermektedir.  Hiç şüphesiz Ege başta olmak üzere özellikle Doğu Akdeniz’deki sorunlar önümüzdeki süreçte de Türk dış politikasının ana dosyalarından biri olacaktır. Rusya-Ukrayna Savaşı (Kırım) Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’da Batı karşısında sürdürdüğü askeri ve ekonomik ağırlıklı mücadele sadece bölgede değil, küresel etkileriyle de dünya gündeminde yer almaya devam etmektedir. Batı’nın, Rusya Federasyonu’na karşı vekil gücü Ukrayna’ya sağlanacak malî ve askerî destek konusunda özellikle kamuoyları nezdinde Batılı yönetimlerin izlediği veya hayata geçirmeye çalıştığı politikalara karşı ayrışma olduğu gözlenmektedir. Son günlerde ABD dâhil Batılı çevrelerde görülen bu eğilimin ne yöne evrileceğinin ve nasıl sonuçlar doğuracağının, Türkiye’yi de ilgilendiren yönleri itibarıyla önümüzdeki yıl yakından izlenmesi gerekecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin, özellikle 2022’den itibaren Rusya Federasyonu ile artan doğalgaz ve petrol ticareti ve bazı Türk şirketlerinin Rusya savunma sanayi için gerekli bileşenlerde dolaylı olduğu anlaşılan yollardan ihracata yönelmeleri Türkiye ile ABD ve AB arasında önemli bir sorun oluşturmayı sürdüreceğe benzemektedir. Çin’in Ortadoğu Girişimleri Xi Jinping liderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin, 2013 yılında dünya gündemine taşıdığı Kuşak-Yol projesi kapsamında Ortadoğu’nun yer almadığı düşünülemez. Çin Halk Cumhuriyeti devletinin, Ortadoğu bölge ülkelerine yönelik yatırımları ve bölge ülkeleriyle kurmakta olduğu derin ilişkiler Aralık 2022’de Xi Jinping’ in Ortadoğu turuyla ve ardından İran-Suudi Arabistan arasında normalleşme sürecinde ön almasıyla açığa çıkmıştır. Açık kaynaklardan elde edilen bilgiler doğrultusunda Çin Halk Cumhuriyeti’nin 550 Milyar dolar ile İran pazarına girdiği ifade edilmektedir. Çin’in, küresel gelişmelerin seyrine bağlı olarak Ortadoğu bölge ülkelerine yönelik rolünün hangi yönde ilerleyeceğini kestirmek şimdilik öngörülemese de, Suriye’nin kuzeyi/Fırat’ın doğusunda oluşacak de facto durumu ileriki süreçte kuvvetle muhtemel Çin Halk Cumhuriyeti’nin kontrol ve nüfuzuna geçebileceğini ön görmek mümkündür. Türkiye-ABD İlişkileri Türk dış politikasını önümüzdeki dönemde en çok meşgul edecek konuların başında, Türkiye’nin hava savunma/füze savunma sistemleri ile ilgili konu gelmektedir. Bu konu, Türk-Amerikan ilişkilerinde önemli bir yarılmaya meydan vermiştir. Bu çerçevede Türkiye, Rusya Federasyonu’ndan, 2017’de S400 füze savunma sistemi tedarik etmiştir. S400 sisteminin ilk partisi olarak açıklanan bileşenlerinin Temmuz 2019’da Türkiye’ye gelmesiyle birlikte Türk-Amerikan ilişkileri iyice gerilmiş ve ABD yönetimi Türkiye’yi 1990’lı yılların sonunda katıldığı F35 projesinden dışlamış ve ABD yaptırımlarına maruz bırakmıştır. İki ülke arasında yaşanan kriz, tüm ağırlığıyla belirsizliğini sürdürmeye devam etmektedir. Türkiye’nin, 5. Nesil Savaş Uçakları ve teknolojisi elde etmesine zemin oluşturacak bir projenin dışında kalmasına neden olan S400 hazır satın alımı, Savunma Sanayi alanındaki uzmanların görüşlerine göre; Türk savunma sanayinde yol açtığı ekonomik ve teknolojik kayıpların çapı dikkate alındığında stratejik seviyede hatalı bir karar olduğu yönündedir.  Ankara bu krizi çıkarlarına yönelik aşamamasının üzerine, ABD’den 4,5. nesil muharip uçak olan F16V tipi 40 uçak ve elindeki F16’ları güncellemek üzere 79 modernizasyon kiti satın almaya yönelmiştir. Ankara, bölgedeki hava kuvvetleri dengesinde aleyhine dönebilecek durumu, geçici bir önlemle telafi etmeyi amaçlamıştır. Öte yandan, ABD Kongresinin F16V tipi uçaklar ile modernizasyon kitlerinin Türkiye’ye satılması konusuna olumlu bakmadığı ve satışının gerçekleşmesinin İsveç’in NATO’ya üyeliğinin Meclis tarafından onaylanması şartına bağlanmıştır. Bölücü terör örgütüne yönelik oldukça ılımlı yaklaşım gösteren İsveç NATO’ya Türkiye’nin endişelerini giderdiği yönünde veto hakkını geri çekerek onay vermiştir. Ancak, S400 krizinin aşılmasını sağlayacak bir çözüm yolunun bulunmasına dönük arayışlar yanında, F16V uçaklarının ABD’den tedarik edilip edilemeyeceği konusu belirsizliğini sürdürmektedir. Bu mesele, bir yönü itibarıyla da Türkiye’nin tedarik etmeye yöneldiği Eurofighter Typhoon muharip uçaklarının akıbetiyle de ilintili kalacaktır. Türk dış politikasının bir diğer önemli kilometre taşlarından birisi de ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde “kara gücüm” dediği bölücü Kürtçü terör örgütünün Suriye uzantısı PKK/YPG’yi desteklemesidir. ABD, bir yandan Suriye’de askeri, siyasi ve ekonomik destek sağladığı bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/YPG’nin aparatı Suriye Demokratik Güçleri SDG’yi kullanırken, öte yandan diğer SDG’nin işlediği savaş suçlarını ve insan hakları ihlallerini raporluyor. Bu bağlamda ABD, YPG/SDG’nin bölücü terör örgütü PKK’dan ayrı bir örgütlenme olarak lanse etmeyi sürdürmektedir. ABD ve müttefikleri, 50 yıllık terör geçmişine rağmen bölücü Kürtçü terör örgütü PKK ve uzantılarını "Orta Doğu bataklığında" açmış Avrupai bir yapılanma olarak görmekte ve sözde çıkarları uğruna vekil güç olarak desteklemeye ve kullanmaya devam etmektedir. Türkiye AB İlişkileri Türk dış politikasının, stratejik derinlikle başlayıp değerli yalnızlığa evrilmesi sonrasında, önce bölge ülkeleri ardından da Batı ülkeleriyle olan ilişkilerindeki bozulmanın Türkiye-AB ilişkilerine de doğrudan etkileri olmuştur. Ancak Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler, müzakere sürecinin başlamasıyla beraber tarafların birbirlerine yaklaştığı değil bilakis birbirlerinden uzaklaştığı bir niteliğe bürünmüştür. Özellikle 2015 yılından itibaren, Geri Kabul Anlaşması ve sığınmacı krizi üzerinden yürütülen görüşmeler bu açıdan ele alındığında adeta bir ayrıştırıcı işlevi yüklemiştir. AB için göç ve sığınmacı konusu, AB ve Avrupa bütünleşmesini tehdit eder bir niteliğe sahip olarak görülmektedir. Nasıl ki, AB içindeki ulusal çıkar ve rekabetler aynı zamanda çelişkileri de ortaya çıkarıp bütünleşmenin amaçlarını engelleyebiliyorsa, göç ve sığınmacı politikası da aynı derecede engelleyici olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda AB ülkeleri aynı zamanda kendi ülkelerini sosyal yardımlar ve politikalar açısından göçmen ve sığınmacıların gözünde cazip olmayan bir konuma sürüklemeye çalışmaktadırlar. AB Komisyonu’nun son yayımladığı Genişleme Raporu da mevcut durumu açıkça ortaya koymakta ve Türkiye’yi genişleme sürecinin dışında gören bir anlayışa tanıklık etmektedir. Ekim 2024’te son yayımlanan Avrupa Komisyonu 2024 Türkiye İlerleme Raporu da Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusu üzerinde şekillenmiştir. İlgili rapora göre Türkiye-AB İlişkilerinin gelişimi Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmıştır. Raporda, Türkiye’ye, Kıbrıs konusunda tutum değiştirme, Kıbrıs Rum Yönetimini tanıma ve Kıbrıs’ta iki devletli çözüm ısrarından vazgeçme çağrısı yinelenmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne aktif şekilde katkıda bulunması ve taahhüt vermesi istenmiştir. Raporda iki devletli çözümün AB politikası ile uyumsuz olduğu da belirtildi. Raporda, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin iyileştiği, hava sahası ihlalleri ve sondaj faaliyetlerinin durduğu da vurgulanmıştır. Türkiye-AB ilişkileri, özellikle 2016’dan itibaren büyük ölçüde Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncellenmesine, vize serbestisinin sağlanmasına ve düzensiz göçün Türkiye üzerinden önlenmesine indirgenmiştir. İlk iki konu hala Türkiye açısından belirsizliğini korumaktadır. Türkiye AB ilişkilerinin muhtemel geleceği ise ekonomi, sığınmacı krizi ve terörizmle mücadeleden oluşan bir niteliğe sürüklenmiştir. Bu çerçevede üç temel sorunun ve çözümünün ilişkilere nasıl yansıyacağı, ilişkileri hangi boyuta sürükleyeceğini ya AB değerleri ya da reel politik unsurlar belirleyecektir. Sonuç yerine; Türk dış politikası, özellikle II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra ağırlık merkezini Batı ve Batılı kurumların üzerlerine inşa edildiği ortak değerlere oturtmuştur. Bu değerler, Türkiye’nin altına imza attığı tüm temel hukukî belgelerde yer alan ana dayanaklardır. Türkiye, siyasi gerilimlere, askeri darbelere ve baskılara/yaptırımlara maruz da kalsa demokrasi, sivil haklar ve özgürlükler ile hukuk devleti normlarına gayret etmiş, bu değerleri Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesine ve Cumhuriyet anlayışıyla olabildiğince bağdaştırmaya, toplumsal sözleşmesini de bu merkezde sürdürmüştür. Ancak, özellikle 2003 yılından itibaren, gerek kuvvetler ayrılığını hiçe sayan ve yargı bağımsızlığına sekte vuran, gerek demokrasiyi ciddi ölçüde zedeleyen, hukukun üstünlüğünü ciddi anlamda zedeleyen bir yola saptığı algısının Batı ülkelerinde iyice yer etmeye başlamasıyla birlikte Türkiye Batı’da ciddi zemin ve değer kaybına uğramıştır. Başta sosyo-ekonomik alan olmak üzere pek çok alanda ortaya çıkan bu ciddi kayıpların kısa vadede telâfi edilip edilmeyeceği sorgulanmaya muhtaçtır. Mevcut yönetişim anlayışıyla, hukukun, demokrasinin ortak ve vazgeçilemez değerlerine ne ölçüde sahip çıkılıp çıkılmayacağı gerek dış politikanın gerekse iç politikanın önemli ve canlı gündem maddelerinin başında yer almaya devam edecektir. NOT: bu makale Stratejik Ortak Dergisi 2025 yılı 5. sayısında yayımlanmıştır.
Ekleme Tarihi: 16 Aralık 2024 - Pazartesi

Değerli Yalnızlıktan Belirsizliğe: 2024 Türk Dış Politikası Analizi

Özet

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 1990’ların sonuna kadar istikrarlı politikalar izlemiştir. Değişen dünya koşullarına uygun olarak önce tarafsızlık, sonra iki kutuplu dünyada Batı bloku içinde yer almış, soğuk savaşın bitimiyle beraber de müttefiklik ilişkileri gözeterek ekonomik açıdan çok yönlü ilişkileri ön gören bir dış politikayı tercih etmiştir.  Özellikle 2003 yılından itibaren, daha önceleri uzun vadeli, hedef ve amaçları açısından tutarlı ve istikrarlı bir dış politikadan ziyade pek çok alanda krizlere mal olan kısa ve tutarsız sıkça temel değişikliklere mal olan bir dış politika tercih edilmiştir. Bu bağlamda Türkiye, bölgesel bir güç olmaktan öte bölgesel taraf olmuştur. 2008 yılından Suriye İç Savaşının başladığı 2011 yılına kadar bölgesel lider rolüne soyunan Türkiye; 2011 Suriye iç savaşı ile başlayan ve günümüze kadar evrilen değerli/şerefli bir yalnızlığa ve belirsizlik dönemine giriş yapmıştır. Bu çalışma, bu çerçevede sürdürülen dış ve güvenlik politikaları açısından 2024 yılı dış ve güvenlik politikalarının bir analizini oluşturmayı amaçlamıştır.

Giriş

Cumhuriyetimizin 101.yıl dönümünü kutladığımız ve sayılı günlerin kaldığı yeni yılın ne küresel barış, ne istikrar ne huzur ortamı ne de güvenli gelecek vadetmediği bir gerçektir. Kaygan zemin üzerinde seyreden ve güçlünün hukukunun sürdüğü uluslararası politikadaki gelişmeler yeni yılla birlikte içinde bulunduğumuz yüzyılın ikinci çeyreğine istikrarlı istikrarsızlık, düzenli düzensizlik getireceği ortadadır. Esasen düzenli düzensizlik veya istikrarlı istikrarsızlık gerek küresel gerek ise bölgesel bağlamda onlarca yıl öncesine dayanmakta ve uluslararası sistemi her geçen gün yeni açmazlarla karşı karşıya getirmektedir. Bölgesel gelişmeler, Hamas militanlarının 7 Ekim’de İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırının hemen ertesinde daha da büyüyerek Lübnan’a, Suriye’ye ve İran’a yayılmaya başladı. ABD’nin, 2003 yılında tek yanlı bir tasarrufla Irak’a yaptığı askerî müdahale sonrasında Batı dünyası içinde baş göstermeye başlayan ilk çatlak oluştu. Bu çatlağın devamını Rusya Federasyonu’nun Gürcistan’da değişimci davranışıyla yeni bir boyut kazandı. Rusya Federasyonu-Gürcistan çatışmalarının 2008’de ortaya çıkışıyla beraber Avrupa-Atlantik ve Karadeniz’i de içine alan bir bölgesel güvenlik sorunu yaratıldı.

Türkiye’nin merkezde olduğu bölgeler çatlaklara ya da yeni çatışma alanlarına 2014’te Rusya Federasyonu’nun Kırım’ı işgali ve Ukrayna’da sergilediği saldırgan tutum damgasını vurdu. Bu durum uzun yıllar küresel ekonomi-ticaret ağlarında ciddi bir pay sahibi olan Xi Jinping’in Çin’de iktidara gelmesiyle ABD-Çin rekabeti ile yeni bir döneme geçildiğinin işaretlerini verdi. Esasen Xi Jinping liderliğinde Çin’in küresel yükselen güç olarak sahneye çıkışını, ABD yönetimlerinin tek taraflı aldığı kararlarla çıkarları çatışan İngiltere sağladı.  Öyle ki, İngiltere Brexit ile Avrupa Birliği’nden ayrıldığının gerçekleşmesiyle beraber Xi Jinping; “En büyük müttefikimizi AB’de kaybettik” açıklamasında bulunmuştu. Bu yeni dönem uluslararası sistemin, uluslararası hukuk ve kurallardan oldukça uzak güçler dengesine dayalı, işbirliği yerine rekabetin körüklendiği bir ortama sahne oldu. 2022 yılına gelindiğinde Rusya Federasyonu’nun Şubat 2022’de Ukrayna’yı ikinci kez işgal etmeye yönelmesiyle beraber, Rusya Federasyonu ve Batı rekabetinin yeni bir şekil aldığı görüldü. Bu durum Aralık 2010’da başlayan sözde “Arap Baharı” ertesinde İsrail yönetiminin Filistin’e yönelik saldırılarıyla uluslararası sistemde daha sert tutumları beraberinde getirdi.

11 Eylül 2001 saldırılarından sonra, parçalanmış El Kaide atomunun güçlü çekirdeği IŞİD; 2014 yılında Irak ve Suriye’de gerçekleştirdikleri terör eylemleriyle sahnede yerini aldı ve burum uluslararası terörizmin olgusunu gündemin ilk sırasına yerleştirdi. Bir yandan 2014 sonrası çıkan çatışmalarla birlikte derinleşen jeopolitik/jeostratejik rekabetin derinleşmesi, öte yandan 2023 yılında Gazze’ye yönelik yukarıdan aşağıya terörün önümüzdeki dönemde istikrarlı istikrarsızlık veya düzenli düzensizliğin devam edeceğini açıkça gösterdi. Bu çerçevede, bir dizi sarsıntıyla değişim içine girmiş bulunan bu arka plan bağlamında Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasını önümüzdeki dönemde nelerin beklediğini özetle mercek altına almak zorunlu hale geldi.

İstikrarlı İstikrarsızlık, düzenli düzensizlik

İçinde bulunduğumuz 2024 yılının sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi; Türk dış ve güvenlik politikaları açısından hiç de kolay bir süreç beklememektedir. Pek çok konu başlığı ve geniş bir yelpazeye yayılan dosyaları kısaca bölgemizden başlayarak, küresel düzleme doğru bir yaklaşım izlendiğinde Türk dış ve güvenlik politikalarını zorlayacak temel meseleleri şöylece sıralamak mümkündür:

Balkanlar (Kosova)

Kosova’nın bağımsızlığa kavuşmasından sonra Sırbistan’ın Kosova ile gerilimlerine tanık olduk. Son yaşanan gerilimin de 2023 Eylül ayı sonunda Sırbistan’ın Kosova sınırına asker yığması üzerine yeniden nüksetmiştir. İki ülke arasında Haziran-Temmuz aylarında artan gerginlik üzerine Türkiye, Kosova’da konuşlu NATO-KFOR gücünü takviye etmek üzere bölgeye asker göndermiştir. Akabinde yaşanan gerginlikler AB-NATO’nun da devreye girmesiyle şimdilik yatışmış gözükmektedir. Avrupa Komisyonu 6 Şubat 2018'de altı Balkan ülkesini kapsayacak şekilde genişleme planını yayınlamıştı. Bunlar Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Sırbistan olarak belirtilmişti. Bu ülkelerin hepsinin 2025'ten sonra AB üyesi olarak katılım sağlayabileceği öngörülmekteydi. AB Komisyonu’nun, AB genişlemesine ilişkin 2023 Kasım raporunda; AB üyeliği bağlamında Sırbistan ve Kosova için, AB kriterlerine uyum sağlamada yol almaları gereken alanlar tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya göre Kosova’nın Sırbistan tarafından tanınmamasından kaynaklı ikili çerçevedeki ciddi ihtilafı çözmeleri gereği yinelenmekte birlikte her iki ülkeye de AB üyeliği perspektifi verilmesine devam edilmiştir.

Balkanlar’ın, Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmelerine dönük benzer bir perspektif, NATO Genel Sekreteri’nin Kasım 2023’de bölge ülkelerine yaptığı ziyaretlerle de sergilendi. Türkiye; Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bağımsızlıklarına kavuşan Balkan ülkelerinin AB ve NATO ile bütünleşmelerine yönelik çabalarına olumlu yaklaşmıştır. Yanı sıra Türkiye’nin, insan hakları ve hukuk devleti olmaktan uzaklaştığını vurgulayan AB Komisyonu 2024 Türkiye İlerleme Raporunda da tavsiye kararlar olarak öne çıkmaktadır. Buna karşın Türkiye’nin, Balkanlar’ın Avrupa ve Avrupa-Atlantik yapılarıyla bütünleşmesine verdiği desteğin önümüzdeki yıl da sürmesini öngörmek mümkündür. Bu konuda, Türk dış politikasında aksi bir tutumun Balkanlar’da uzun yıllardır benimsediği istikrarlı çizgiden sapma ve Balkanlar’da güç ve nüfuz dengesi mücadelesinde zayıf kalacağı da değerlendirilebilir.

Güney Kafkasya (Karabağ)

2020 yılında gerçekleşen İkinci Karabağ Savaşıyla, Azerbaycan toprakları olan ve Ermeni işgalinden kurtarılan Karabağ’ın ve Eylül 2023’te Azerbaycan’ın Karabağ’da gerçekleştirdiği operasyon sonucunda Karabağ’ın egemenliğinin yeniden Azerbaycan’a geçmesiyle Güney Kafkasya’da kalıcı bir barışın tesis olunması yönündeki umutlar artmıştır. Türkiye, süreç boyunca kardeş Azerbaycan devletinin yanında yer alarak Güney Kafkasya’da barış zemininin oluşmasına önemli katkılarda bulunmuştur. Bu katkılar sonucunda gerek Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinin kalıcı barışa hizmet edecek bir anlaşmayla sonuçlanması gerek Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin, iki ülke sınırın açılmasını da kapsayacak bir üst seviyeye çıkması önemli gelişmelerdir.

Bu bağlamda Güney Kafkasya’daki iletişim ve ulaşım koridorlarının açılmasıyla, Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın 27 Ekim 2023’de ileri sürdüğü “Barış Kavşağı Girişimi” de son derece önemlidir. Bu girişim kapsamında, Türk dünyasına örülen bir set olan Zengezur Koridorunun Nahçıvan sınır bağlantısına yer verilmeyerek demiryolu hattının Nahçıvan sınırı hattından kuzeydeki Ermeni topraklarına döndürülmesi bir eksikliktir. Yanı sıra İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, 6 Eylül 2024’te, Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'ni Azerbaycan’ın diğer bölgelerine bağlayacak Zengezur Koridoru projesiyle ilgili, “İran'ın komşu ülkelerinin sınırlarında herhangi bir değişikliğin ülkesi için kırmızıçizgi anlamına geldiğini ve "tümüyle kabul edilemez" olduğunu” söylemesi konunun çözüme kavuşturulmasının oldukça çetin geçeceğini ifade etmektedir. Gürcistan’ın AB üyeliği girişimi ve NATO’nun Karadeniz ve Gürcistan üzerinden Rusya Federasyonu’nu güneyden kuşatma planı olduğu bilinmektedir. Ancak Gürcistan'da seçimleri Rusya yanlısı iktidar partisinin kazanmasıyla ülke içinde itilafların devam ettiği bilinmektedir. Seçim sonuçlarına itirazlar sürmektedir. Nasıl bir sonuca evrileceği henüz netlik kazanmamıştır ancak Gürcistan’ın şu an için AB üyeliği devre dışı kalmış gibi görünse de çatışmaya elverişli bir sürece girebilir. Her ne maksatla olursa olsun Türkiye’nin, bu bölgedeki gelişmeleri yakinen takip ederek kardeş Azerbaycan devleti ile beraber Orta Koridoru besleyecek bu ve benzer projeleri süratle hayata geçirmesi son derece önemlidir. Bu bağlamda, Zengezur koridoru dâhil, Doğu-Batı eksenini besleyecek, Türkiye’nin Hazar üzerinden Orta Asya’ya erişimini güçlendirecek bütün hatların bölgesel çapta açılmasına dönük arayış ve hamlelerine devam etmesi önceliklidir.

Ortadoğu (Kerkük)

Kerkük denince akıllara bin yılı aşkın kadim Türk yurdu gelir. Kerkük, Irak’ın kuzeyindeki de facto yapıya yönetim olarak bağlı bir yer değildir. Bilakis özel bir statüsü vardır. Irak Türklerine yönelik yürütülen fiziki ve siyasi katliamlardan biri daha 10 Ağustos 2024’te Bağdat’taki Reşid Otel’de gerçekleştirildi. Irak Türkleri, yaklaşık bir yarım asırdır düzenli aralıklarla öldürülerek fiziki katliamlara maruz bırakılıyor. Yanı sıra Irak Türklerinin, siyasi hakları da çeşitli bahanelerle ki buna mezhep farklılıkları da dâhil siyasi hakları ellerinden alınmaktadır. Bu da Irak Türklerinin siyaseten de katliama maruz bırakıldığının bir kanıtıdır.

Irak Anayasası’nın 140. maddesi hem KYB hem de KDP tarafından sürekli gündeme getirilip demografik yapının tespit edilmesinin ardından buraların bir referandumla Irak’ın Kuzeyindeki de facto yapıya bağlanması hususu öne çıkarılmaktadır. Ancak 20 Kasım 2012 yılında Irak Başbakanı Maliki, ihtilaflı bölge ifadesini reddederek Kerkük’ün de Türkmen ve Arap şehri olduğunu çok açık bir şekilde ifade etti. Üstelik Maliki Kerkük’ün aynı zamanda kuzeydeki de facto yapıya değil Bağdat’a bağlı olduğunu vurguladı. KYB ve KDP, bağımsızlıklarını ilan etmenin ötesinde esasen istedikleri bu bölgede etki alanlarını genişletmek suretiyle imkân ve kabiliyetleri artırmak istemektedir. Yanı sıra KDP ve KYB’nin girişimleri ile gerçekleşen demografik yapı değişikliklerine de hızla devam etmektedirler. Türkmenler, İran yanlıları ve Barzani destekçileri arasındaki gerçekleşen bu çatışmanın bir parçası olma niyetinde değiller.

Kerkük Petrol Rezervinin Otonomi -Bağımsızlığın Anahtarı Olması

Temmuz 2023 Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani açıklaması: OPEC grubunun önemli petrol üreticisi olan Irak, toplam 155 milyar varil ile dünyanın 5.’inci en büyük kanıtlanmış petrol rezervine sahip olduğunu açıklamıştı. Mayıs 2022- Merkezi ABD’de bulunan Enerji Enformasyon İdaresi-EIA verilerine göre: Kerkük’ün, 9 milyar varil petrol rezervine sahip olduğu ve Irak petrolünün %18’inin Kerkük petrol sahasından elde edildiği belirtildi (Kerkük’te aktif 5 petrol kuyusu bulunmaktadır). Kadim Türk yurdu Kerkük, bölgenin en eski ve en verimli petrol kaynaklarına sahiptir. Resmi olarak 1927’de petrolün varlığı kanıtlanmış (Turkish Petroleum Company) ve 1934’te üretime geçildiği bilinmektedir. Ancak ilkel yöntemlerle de olsa bölgede petrolün çok erken dönemlerde çıkarıldığı ve çeşitli alanlarda kullanıldığı bilinmektedir.

Özetle, 9 milyar-11 milyar varil civarında kanıtlanmış petrol rezervine sahip kadim Türk yurdu Kerkük, Irak’taki siyasi istikrarın çatışma unsurunun odağında yer almaktadır. Bugün kadim Türk yurdu Kerkük, Türkmen kardeşlerimiz ve Kerkük petrolü; Bağdat, IKBY ve yerel siyasi güçler arasındaki eyalet yönetimini felç eden, yerel ekonomiyi sarsan ve bölge sakinlerini kızdıran büyük bir anlaşmazlığın merkezinde olmayı sürdürüyor. Kürt gruplar açısından, Kerkük’te siyasi kontrolün ele geçirilmesi “bağımsız devlet” hayalinin gerçekleşmesinde kilit unsur olarak öne çıkıyor.

İsrail – Filistin (Gazze)

İsrail-Filistin meselesinin çok öncesi olmakla beraber, Hamas örgütü militanlarının 7 Ekim saldırısıyla başlayan ve pek çok sivil insanın can kaybıyla devam eden süreç bölgeyi bugünkünden farklı yeni bir düzleme taşımıştır. İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı eylemler, uluslararası hukuk açısından da olumsuz değerlendirilmektedir.  İsrail-Filistin sorunun 1967 öncesine döndürülüp döndürülmeyeceğini elbette diplomasi yön verecektir ancak iki devletli bir çözüm noktasında henüz işbirliği anlamında bölgesel ve uluslararası düzeyde bir sonuca varılabileceğini söylemek mümkün değildir. Bu sürecin belirlenmesinde büyük olasılıkla kasım ayında gerçekleşecek olan ABD başkanlık seçim sonuçları, İsrail ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin seyrinin olumlu veya olumsuz olacağı sürecini belirleyeceğini söylemek mümkündür.

Ankara’nın, 7 Ekim Hamas saldırıları sonucu başlayan çatışmaların ilk aşamasında temkinli ve dengeli bir yaklaşım sergilemiştir. Ancak 7 Ekim Hamas saldırısının akabinde Tel Aviv yönetiminin çok daha sert cevap vereceği bilinmesine karşın, İsrail’in, uluslararası hukuk-insan hakları ve savaş hukukunu hiçe sayarak Gazze’de halen gerçekleştirmekte olduğu operasyonlarda binlerce Filistinli sivilin can kaybıyla sonuçlanan kanlı eylemleri karşısında seslerini yükselttikleri görülmüştür. Bu bağlamda, Hamas’ın saldırısının terör de içeren yönünün açıkça kınanmamasına, bilahare Hamas’tan yana bir tutum almalarına bağlı olarak İsrail-Filistin meselesinin çözüm sürecinde arabuluculuk yapmak yönündeki olası bir zemini kaybetmişler ve bölge ülkeleriyle başlattıkları normalleşme hamlesini de zorlu bir kulvara sürüklemişlerdir. Ankara’nın tutumunun önümüzdeki süreçte sürdürmesi halinde, Türkiye, bölgesel ilişkilerinde daha fazla zemin kaybetmesi yüksek olasılıktır.

Doğu Akdeniz ve Ege (Kıbrıs)

Türkiye’nin, özellikle 2018-2020 döneminde Ege’yi de içerecek şekilde Doğu Akdeniz’de izlediği dış politika anlayışı diplomasi temelinden yoksun askeri güç odaklı yürütülmüştür. Bunun akabinde 2019 yılında Libya ile imzalanan deniz yetki alanlarına dair mutabakat ile olumlu sonuç alınmışsa da izlenen politika ters tepmiştir. Bunun neticesinde Ankara, bozulan ilişkileri yeniden tamir etmek maksadıyla 2021 yılından itibaren bölge ülkeleriyle eskiye dönüş girişimleri başlatılmıştır. Bu süreçte Türkiye-Yunanistan ilişkileri ciddi bir gerileme sürecine girmiş ve Ege’de gerilimler artış göstermiştir. Bu durum, sadece iki ülke arasındaki ilişkileri durağan bir konuma sürüklememiş yanı sıra Türkiye-AB ilişkilerine de yansımıştır. Bu bağlamda, Ankara ve Atina arasında liderler nezdinde düzenlenen 5. Yüksek Düzeyli İşbirliği Toplantısı (YDİK) sonunda yayımlanan Atina Bildirgesi iki ülke ilişkileri çerçevesinde önemli bir kilometre taşı olmakla beraber, iki ülke arasında cereyan eden yapısal sorunların kısa-orta vadede çözülmesini beklemek de iyimserlik olur.

Doğu Akdeniz denkleminde ise Kıbrıs meselesinin nihai bir çözüme kavuşmamış olması da yadsınamaz. Son yayımlanan Avrupa Komisyonu’nun, 2024 Türkiye İlerleme Raporu’nda Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusu üzerinde şekillenmiştir. İlgili rapora göre Türkiye-AB İlişkilerinin gelişimi Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmıştır. Raporda, Türkiye’ye, Kıbrıs konusunda tutum değiştirme, Kıbrıs Rum Yönetimini tanıma ve Kıbrıs’ta iki devletli çözüm ısrarından vazgeçme çağrısı yinelenmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne aktif şekilde katkıda bulunması ve taahhüt vermesi istenmiştir. Raporda iki devletli çözümün AB politikası ile uyumsuz olduğu da belirtilmiştir. Raporda, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin iyileştiği, hava sahası ihlalleri ve sondaj faaliyetlerinin durduğu da vurgulanmıştır. Avrupa Komisyonu 2024 İlerleme raporundaki bu ifadeler, başta Adalar Denizi olmak üzere Doğu Akdeniz’de arama/sondajların neden durdurulduğunun, Yunanistan’ın gasp ettiği hava sahasında uçuşların neden sonlandırıldığını, Kıbrıs konusunda “gayri resmi” görüşmelerin neden başlatıldığına yönelik açıklık da getirmektedir. Öte yandan mevcut açmaza rağmen, yaratıcı diplomatik yollara başvurulduğu takdirde bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının çıkarılması ve naklinde Türkiye rol üstlenebilirdi. Ankara’nın, 7 Ekim’den önce denizden kıyıdaş olduğumuz Filistin ve Gazze ile MEB anlaşmasının neden yapılmadığı sorusunun cevabını uzunca bir sürece alacağa benzemiyoruz. 7 Ekim Hamas saldırısı sonrasında Gazze’de yaşanan trajik gelişmeler karşısında Hamas ağırlıklı bir çizgi izlemek de Türkiye’nin Mavi Vatan doktrinin dışında bir yol izlediğini göstermektedir.  Hiç şüphesiz Ege başta olmak üzere özellikle Doğu Akdeniz’deki sorunlar önümüzdeki süreçte de Türk dış politikasının ana dosyalarından biri olacaktır.

Rusya-Ukrayna Savaşı (Kırım)

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’da Batı karşısında sürdürdüğü askeri ve ekonomik ağırlıklı mücadele sadece bölgede değil, küresel etkileriyle de dünya gündeminde yer almaya devam etmektedir. Batı’nın, Rusya Federasyonu’na karşı vekil gücü Ukrayna’ya sağlanacak malî ve askerî destek konusunda özellikle kamuoyları nezdinde Batılı yönetimlerin izlediği veya hayata geçirmeye çalıştığı politikalara karşı ayrışma olduğu gözlenmektedir. Son günlerde ABD dâhil Batılı çevrelerde görülen bu eğilimin ne yöne evrileceğinin ve nasıl sonuçlar doğuracağının, Türkiye’yi de ilgilendiren yönleri itibarıyla önümüzdeki yıl yakından izlenmesi gerekecektir. Bu bağlamda Türkiye’nin, özellikle 2022’den itibaren Rusya Federasyonu ile artan doğalgaz ve petrol ticareti ve bazı Türk şirketlerinin Rusya savunma sanayi için gerekli bileşenlerde dolaylı olduğu anlaşılan yollardan ihracata yönelmeleri Türkiye ile ABD ve AB arasında önemli bir sorun oluşturmayı sürdüreceğe benzemektedir.

Çin’in Ortadoğu Girişimleri

Xi Jinping liderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin, 2013 yılında dünya gündemine taşıdığı Kuşak-Yol projesi kapsamında Ortadoğu’nun yer almadığı düşünülemez. Çin Halk Cumhuriyeti devletinin, Ortadoğu bölge ülkelerine yönelik yatırımları ve bölge ülkeleriyle kurmakta olduğu derin ilişkiler Aralık 2022’de Xi Jinping’ in Ortadoğu turuyla ve ardından İran-Suudi Arabistan arasında normalleşme sürecinde ön almasıyla açığa çıkmıştır. Açık kaynaklardan elde edilen bilgiler doğrultusunda Çin Halk Cumhuriyeti’nin 550 Milyar dolar ile İran pazarına girdiği ifade edilmektedir. Çin’in, küresel gelişmelerin seyrine bağlı olarak Ortadoğu bölge ülkelerine yönelik rolünün hangi yönde ilerleyeceğini kestirmek şimdilik öngörülemese de, Suriye’nin kuzeyi/Fırat’ın doğusunda oluşacak de facto durumu ileriki süreçte kuvvetle muhtemel Çin Halk Cumhuriyeti’nin kontrol ve nüfuzuna geçebileceğini ön görmek mümkündür.

Türkiye-ABD İlişkileri

Türk dış politikasını önümüzdeki dönemde en çok meşgul edecek konuların başında, Türkiye’nin hava savunma/füze savunma sistemleri ile ilgili konu gelmektedir. Bu konu, Türk-Amerikan ilişkilerinde önemli bir yarılmaya meydan vermiştir. Bu çerçevede Türkiye, Rusya Federasyonu’ndan, 2017’de S400 füze savunma sistemi tedarik etmiştir. S400 sisteminin ilk partisi olarak açıklanan bileşenlerinin Temmuz 2019’da Türkiye’ye gelmesiyle birlikte Türk-Amerikan ilişkileri iyice gerilmiş ve ABD yönetimi Türkiye’yi 1990’lı yılların sonunda katıldığı F35 projesinden dışlamış ve ABD yaptırımlarına maruz bırakmıştır. İki ülke arasında yaşanan kriz, tüm ağırlığıyla belirsizliğini sürdürmeye devam etmektedir.

Türkiye’nin, 5. Nesil Savaş Uçakları ve teknolojisi elde etmesine zemin oluşturacak bir projenin dışında kalmasına neden olan S400 hazır satın alımı, Savunma Sanayi alanındaki uzmanların görüşlerine göre; Türk savunma sanayinde yol açtığı ekonomik ve teknolojik kayıpların çapı dikkate alındığında stratejik seviyede hatalı bir karar olduğu yönündedir.  Ankara bu krizi çıkarlarına yönelik aşamamasının üzerine, ABD’den 4,5. nesil muharip uçak olan F16V tipi 40 uçak ve elindeki F16’ları güncellemek üzere 79 modernizasyon kiti satın almaya yönelmiştir.

Ankara, bölgedeki hava kuvvetleri dengesinde aleyhine dönebilecek durumu, geçici bir önlemle telafi etmeyi amaçlamıştır. Öte yandan, ABD Kongresinin F16V tipi uçaklar ile modernizasyon kitlerinin Türkiye’ye satılması konusuna olumlu bakmadığı ve satışının gerçekleşmesinin İsveç’in NATO’ya üyeliğinin Meclis tarafından onaylanması şartına bağlanmıştır. Bölücü terör örgütüne yönelik oldukça ılımlı yaklaşım gösteren İsveç NATO’ya Türkiye’nin endişelerini giderdiği yönünde veto hakkını geri çekerek onay vermiştir. Ancak, S400 krizinin aşılmasını sağlayacak bir çözüm yolunun bulunmasına dönük arayışlar yanında, F16V uçaklarının ABD’den tedarik edilip edilemeyeceği konusu belirsizliğini sürdürmektedir. Bu mesele, bir yönü itibarıyla da Türkiye’nin tedarik etmeye yöneldiği Eurofighter Typhoon muharip uçaklarının akıbetiyle de ilintili kalacaktır.

Türk dış politikasının bir diğer önemli kilometre taşlarından birisi de ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde “kara gücüm” dediği bölücü Kürtçü terör örgütünün Suriye uzantısı PKK/YPG’yi desteklemesidir. ABD, bir yandan Suriye’de askeri, siyasi ve ekonomik destek sağladığı bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/YPG’nin aparatı Suriye Demokratik Güçleri SDG’yi kullanırken, öte yandan diğer SDG’nin işlediği savaş suçlarını ve insan hakları ihlallerini raporluyor. Bu bağlamda ABD, YPG/SDG’nin bölücü terör örgütü PKK’dan ayrı bir örgütlenme olarak lanse etmeyi sürdürmektedir. ABD ve müttefikleri, 50 yıllık terör geçmişine rağmen bölücü Kürtçü terör örgütü PKK ve uzantılarını "Orta Doğu bataklığında" açmış Avrupai bir yapılanma olarak görmekte ve sözde çıkarları uğruna vekil güç olarak desteklemeye ve kullanmaya devam etmektedir.

Türkiye AB İlişkileri

Türk dış politikasının, stratejik derinlikle başlayıp değerli yalnızlığa evrilmesi sonrasında, önce bölge ülkeleri ardından da Batı ülkeleriyle olan ilişkilerindeki bozulmanın Türkiye-AB ilişkilerine de doğrudan etkileri olmuştur. Ancak Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler, müzakere sürecinin başlamasıyla beraber tarafların birbirlerine yaklaştığı değil bilakis birbirlerinden uzaklaştığı bir niteliğe bürünmüştür. Özellikle 2015 yılından itibaren, Geri Kabul Anlaşması ve sığınmacı krizi üzerinden yürütülen görüşmeler bu açıdan ele alındığında adeta bir ayrıştırıcı işlevi yüklemiştir.

AB için göç ve sığınmacı konusu, AB ve Avrupa bütünleşmesini tehdit eder bir niteliğe sahip olarak görülmektedir. Nasıl ki, AB içindeki ulusal çıkar ve rekabetler aynı zamanda çelişkileri de ortaya çıkarıp bütünleşmenin amaçlarını engelleyebiliyorsa, göç ve sığınmacı politikası da aynı derecede engelleyici olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda AB ülkeleri aynı zamanda kendi ülkelerini sosyal yardımlar ve politikalar açısından göçmen ve sığınmacıların gözünde cazip olmayan bir konuma sürüklemeye çalışmaktadırlar. AB Komisyonu’nun son yayımladığı Genişleme Raporu da mevcut durumu açıkça ortaya koymakta ve Türkiye’yi genişleme sürecinin dışında gören bir anlayışa tanıklık etmektedir.

Ekim 2024’te son yayımlanan Avrupa Komisyonu 2024 Türkiye İlerleme Raporu da Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusu üzerinde şekillenmiştir. İlgili rapora göre Türkiye-AB İlişkilerinin gelişimi Kıbrıs sorununun çözümüne bağlanmıştır. Raporda, Türkiye’ye, Kıbrıs konusunda tutum değiştirme, Kıbrıs Rum Yönetimini tanıma ve Kıbrıs’ta iki devletli çözüm ısrarından vazgeçme çağrısı yinelenmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne aktif şekilde katkıda bulunması ve taahhüt vermesi istenmiştir. Raporda iki devletli çözümün AB politikası ile uyumsuz olduğu da belirtildi. Raporda, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin iyileştiği, hava sahası ihlalleri ve sondaj faaliyetlerinin durduğu da vurgulanmıştır.

Türkiye-AB ilişkileri, özellikle 2016’dan itibaren büyük ölçüde Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncellenmesine, vize serbestisinin sağlanmasına ve düzensiz göçün Türkiye üzerinden önlenmesine indirgenmiştir. İlk iki konu hala Türkiye açısından belirsizliğini korumaktadır. Türkiye AB ilişkilerinin muhtemel geleceği ise ekonomi, sığınmacı krizi ve terörizmle mücadeleden oluşan bir niteliğe sürüklenmiştir. Bu çerçevede üç temel sorunun ve çözümünün ilişkilere nasıl yansıyacağı, ilişkileri hangi boyuta sürükleyeceğini ya AB değerleri ya da reel politik unsurlar belirleyecektir.

Sonuç yerine;

Türk dış politikası, özellikle II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra ağırlık merkezini Batı ve Batılı kurumların üzerlerine inşa edildiği ortak değerlere oturtmuştur. Bu değerler, Türkiye’nin altına imza attığı tüm temel hukukî belgelerde yer alan ana dayanaklardır.

Türkiye, siyasi gerilimlere, askeri darbelere ve baskılara/yaptırımlara maruz da kalsa demokrasi, sivil haklar ve özgürlükler ile hukuk devleti normlarına gayret etmiş, bu değerleri Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesine ve Cumhuriyet anlayışıyla olabildiğince bağdaştırmaya, toplumsal sözleşmesini de bu merkezde sürdürmüştür. Ancak, özellikle 2003 yılından itibaren, gerek kuvvetler ayrılığını hiçe sayan ve yargı bağımsızlığına sekte vuran, gerek demokrasiyi ciddi ölçüde zedeleyen, hukukun üstünlüğünü ciddi anlamda zedeleyen bir yola saptığı algısının Batı ülkelerinde iyice yer etmeye başlamasıyla birlikte Türkiye Batı’da ciddi zemin ve değer kaybına uğramıştır.

Başta sosyo-ekonomik alan olmak üzere pek çok alanda ortaya çıkan bu ciddi kayıpların kısa vadede telâfi edilip edilmeyeceği sorgulanmaya muhtaçtır. Mevcut yönetişim anlayışıyla, hukukun, demokrasinin ortak ve vazgeçilemez değerlerine ne ölçüde sahip çıkılıp çıkılmayacağı gerek dış politikanın gerekse iç politikanın önemli ve canlı gündem maddelerinin başında yer almaya devam edecektir.

NOT: bu makale Stratejik Ortak Dergisi 2025 yılı 5. sayısında yayımlanmıştır.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve birebirhaber.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.